Bulunan bütün fosiller yaratılışı ispatlıyor.! (Adnan Oktar)
http://www.youtube.com/watch?v=tcEJG8lifa8SORU 4:
Evrimin en büyük kayıp halkalarından biri olduğu söylenen
Tiktaalik Rosea için ne düşünüyorsunuz? Tiktaalik’in bir balığın
pullarına ve yüzgeçlerine sahip, ayrıca kara hayvanlarının ki gibi
kaburga kemikleri, boyun ve kara canlılarına ait daha başka kemik
uzantıları da bulunduğu yalan mı?
Nisan 5, 2012
CEVAP 4:
Tiktaalik Rosea Darwinistlerin Yeni Bir Kayıp Halka Oyunudur
Yıllar boyunca Coelacanth’ı sudan karaya geçiş
canlısı olarak tanıtmaya çalışan Darwinistler, Coelacanth’ın günümüz
denizlerinde hala yaşamakta olan bir dip balığı olduğunun
anlaşılmasıyla, büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardı. Bu örnek,
Darwinistlerin, fosiller üzerinde ne kadar büyük çaplı spekülasyon
oluşturabileceklerini gözler önüne sermektedir.
Nitekim 2004 yılında bulunan ve yaşı yaklaşık olarak 385 milyon yıl olarak hesaplanan Tiktaalik roseae
fosili de söz konusu evrimci spekülasyonlara maruz kalmıştır. Fosilin
sahip olduğu “mozaik” özellikler Darwinistler tarafından hayali evrimin
bir ara geçiş formu olarak lanse edilmeye çalışılmaktadır.
Oysa sudan karaya geçiş iddiasındaki kara hayvanları
ile balıklar arasında bulunan fizyolojik uçurumlar bir yana, söz konusu
fosilin yapısal özellikleri de Darwinist iddiaları tümüyle
yalanlamaktadır.
Tiktaalik roseae’nin fosilleri iyi korunmuş üç örneğe
dayanmaktadır. Boyu yaklaşık 3 metreyi bulan canlı, bazı mozaik
özellikler sergilemektedir. (Mozaik canlılar, farklı canlı gruplarına
ait özellikleri barındıran canlılardır.) Söz konusu canlı, bir balıkta
olduğu gibi yüzgeç ve pullara sahiptir. Yassı yapıdaki kafatası,
hareketli boynu ve nispeten güçlü yapıdaki kaburga yapısı ise kara
canlılarında görülen özelliklerdir. İsmi yerel Inuktikuk dilinde “iri,
sığ-su balığı” anlamına gelen canlının göğüs yüzgeçlerinde kemikler de
vardır. Söz konusu farklı yapılar evrimci spekülasyon malzemelerini
artırmakta ve canlı fosili üzerinde yapılan detaylı araştırmaları
görmezden gelen bazı Darwinistlerin bunu ara form olarak sunmalarına
neden olmaktadır.
Halbuki mozaik canlılar, evrim teorisinin
gerektirdiği ara formlar olmaktan tamamen uzaktırlar. Örneğin günümüzde
Avustralya’da yaşayan Platypus, memeli, sürüngen ve kuş özelliklerini
aynı anda üzerinde taşıyan bir mozaik canlıdır ve evrim teorisi için
hiçbir yönden delil olarak gösterilemez. Evrimcilerin, iddialarını
desteklemek için bulmaları gereken canlılar “ara formlardır”, mozaik
canlılar değildir. Ara formlar, eksik, yarım, işlevini tam göremeyen
organlara sahip olan canlılar olmalıdır. Oysa mozaik canlıların sahip
oldukları organların her biri eksiksiz ve kusursuzdur. Yarı gelişmiş
organları yoktur, başka canlılardan evrimleşmiş olabileceklerine kanıt
gösterilebilecek fosil serilerinden yoksundurlar.
Nitekim söz konusu Tiktaalik roseae fosilinin
de sahip olduğu tüm özellikler ve yapılar tümüyle işlev görebilen tam
ve kompleks yapılardır. Canlının evrim geçirmekte olan, yarı gelişmiş
bir organı veya sudan karaya hayali geçiş aşamasında bulunması gereken
yarı-kol yarı-yüzgeç gibi hayal ürünü donanımları bulunmamaktadır. Bu
canlı, yaklaşık 385 milyon yıl önce yaşamış bir mozaik canlıdır ve
evrimi tümüyle reddeden son derece kompleks özelliklere sahiptir.
Evrim teorisi rastlantısal mutasyonlara dayanan, yani
tesadüfe dayalı bir sürecin yaşandığını varsaymaktadır. Bu iddiaya göre
yeryüzünü dolduran milyonlarca canlı türü, sayısız rastlantısal
mutasyonun isabet ettiği ve bu mutasyonlar sonucunda sakat kalmış,
anormal yapılar geliştirmiş çok sayıda ara-form canlısından evrimleşmiş
olmalıdır ve bunların fosillerinin bulunması gerekmektedir. Bir diğer
deyişle fosil kayıtları, ucube olarak tabir edilebilecek canlıların
kalıntılarıyla dolup taşıyor olmalıdır. Ancak bunun böyle olmadığı
bilinmektedir. Türler, belirleyici özellikleri tam gelişmiş olarak ve
aniden ortaya çıkmakta, bunlar arasında ucube yaratıkların oluşturduğu
hiçbir seri bulunmamaktadır. Oxford Üniversitesi Zoolojik Kolleksiyonlar
Yöneticisi Tom Kemp, Fossils and Evolution (Fosiller ve Evrim) isimli 1999 basımı kitabında bu durumu şöyle kabul eder:
Yeni canlı kategorileri hemen hemen tüm durumlarda fosil tabakalarında belirleyici karakteristikleri zaten mevcut olarak ve bilinen atasal grupları olmaksızın çıkar. (TS Kemp [Curator of Zoological Collections], Fossils and Evolution, Oxford University, Oxford Uni Press, s.246, 1999 )
Tiktaalik roseae’nın yerleştirildiği evrim serileri sadece ön yargıya dayalıdır
Bazı gazetelerde son fosilin Acanthostega ve Eusthenopteron
fosilleri arasında bir ara geçiş formu gibi yerleştirildiği
görülmektedir. Evrimciler bununla, sanki fosil kayıtları evrimsel
geçişleri destekliyormuş da bunun delilleri gün geçtikçe daha da
güçleniyormuş gibi bir izlenim uyandırmaya çalışmaktadırlar. Oysa bu
seriler, sözkonusu canlıların birbirlerinden evrimleştiği iddiasına
kanıt oluşturmamaktadır. Örneğin bir dizi tornavidanın ebat açısından
dizilmesi bu tornavidaların birbirlerinden türediklerini göstermez.
Gerçekte Eusthenopteron‘dan Tiktaalik roseae‘ye veya Tiktaalik roseae‘den Acanthostega‘ya
uzanan hiçbir evrimsel soy bilinmemektedir. Bu canlılar milyonlarca
yıllık zaman ve derin farklılıklara dayalı morfolojik uçurumlarla
birbirlerinden ayrılmaktadır. Evrimciler Tiktaalik roseae‘yi yerleştirdikleri serilerle sadece kendi önyargılarını ortaya koymaktadırlar. Ünlü bilim dergisi Nature‘ın
editörü ve aynı zamanda bir paleontolog olan Henry Gee, “kayıp
halka”ların ve evrimsel serilerin önyargılara göre kurgulandığını şu
sözlerle itiraf eder:
Yeni fosil bulguları, bu önceden var olan hikayeye
uydurulur. Sanki atalar-nesiller zinciri, bizim gerçekten düşünmemiz
gereken bir amaçmış gibi biz bu yeni bulgulara ‘kayıp halkalar’ deriz;
aslında gerçek farklıdır: bunlar insan önyargılarıyla uyumlu olmaları
için şekillendirilen, gerçeğin ardından oluşturulan, tamamen insan icadı
olan şeylerdir. Her fosil, bir başka fosille bilinebilir hiçbir bağı
olmayan izole bir noktayı temsil eder ve bunların tümü büyük bir boşluk
denizinde yüzüp durmaktadır. (Henry Gee, In Search Of Deep Time, Beyond
the Fossil Record to a New Hıstory of Life, s. 32)